Kökenleri ağırlıklı olarak sanayi devrimi yıllarına dayanan ve modern yaşam içinde bireyler tarafından zihinlerde formüle edildiği haliyle ‘başarım=bireysel değerim’ bakış açısı son derece zararlı sonuçlar doğuruyor. Duygu durumumuzu sıklıkla bozuyor. Kendisine verdiği değeri, çevresince takdir edilen performans sonuçları ile özdeşleştiren, koşullayan ve ölçmeyi alışkanlık haline getiren bireyler bu anlayışın doğal getirisi olarak, maalesef depresyon ve anksiyete gibi yüklü psikolojik faturalar ödüyorlar.
Çünkü günümüzde benlik değerlerimiz diğerleri tarafından ‘onaylanmak, kabul edilmek, beğenilmek ve başarılı bulunmak’ kavramları ile özdeşleşmiş durumda. Bu bakımdan varoluşumuzun özünü oluşturan benlik değeri algımızı çoğunlukla kendimiz şekillendiremiyoruz; diğerleri yani çevremiz belirliyor.
Değersizlik hissi de böyle oluşuyor. Günlük hayat içerisindeki sorumluluklarımızla ilgili aldığımız kararlara göre sanki bir yarışın içindeki koşu atlarıymışız gibi sıralamalar, değerlendirmeler ve bu sonuçlara göre insanlarla ilgili etiketlemeler yapıyoruz. Başarılı, başarısız, becerikli, beceriksiz, akıllı, akılsız, tembel, çalışkan, gibi kesinlik ve netlik ifadeleri ve hatta etiketleri kullanıyoruz. Bunun sonucu olarak ‘başarı oranım benlik değerimi belirler’ algısı ve inancı oluşturuyoruz. Pratikte başarılı bulunan kişi zihinlerde değer kazanıyor; başarısız olduğu ifade edilen kişi ise zihinlerde değersizleşiyor ve itibarsızlaşıyor. Oysa başarı da başarısızlık da statik ve tam olarak karşılığı olmayan fiktif kavramlardır. Örneğin; biri bugün a konusunda ortaya koyduğu emek ve performansı neticesinde toplum ve elbette kendi zihni tarafından başarılı etiketine layık görülüyorsa ertesi gün aynı konuda, beklentilerin daha altında bir performans ortaya koyduğunda başarısız etiketini nasıl alabiliyor? Modern insan nasıl oluyor da tüm evren sürekli olarak değişirken, bu statik, teklik içeren ve değişmeyen, zihinleri ve ruhları bunaltan duygu hapishanesine kendisini mahkum ediyor?
Konuyu çocukluk dönemine değinerek açalım ki sık yapılan ‘çocukluğunuza dönelim’ temalı Freudyen espriler yerini bulsun. Örneğin; yürümeyi öğrenmeye çalıştığımız erken çocukluk dönemini ele alalım. Sıklıkla düştüğümüz halde ana hedefimiz olan yürüme amacından uzaklaşmıyoruz. Aksine her düşüşle beraber bir sonraki adım için biraz daha motive şekilde çabalamaya devam ediyoruz. Zaman zaman oramızı buramızı incitiyoruz ancak istekte değişen bir şey olmuyor. Belki pek de farkında olmadan (aldığımız olumsuz sonuçlara rağmen) kendimizi seviyor, benliğimizle barışık olmayı beceriyor, arzu ve isteklerimize değer veriyoruz. Durum bisiklete binme denemelerinde de aşağı yukarı aynı oluyor. Rezil olmak, yetersiz bulunmak gibi hislere, büyüklerde olduğu haliyle teslim olmuyoruz.
Elbette istisnalar kaideyi bozmuyor ancak birey çocukken ya da ergenlik döneminde yetişkinlik dönemine göre biraz daha kendine güveniyor. Bu dönemlerde hata da yapsa, yüzüne gözüne de bulaştırsa, benliğine, kendi varlığına biçtiği değer hissiyatını pek değiştirmiyor. Arzu ve isteklerinden kolay kolay vazgeçmiyor.
Eğitimlerimden birinde katılımcılarıma şöyle sormuştum: ”Peki çocuklukta bu kadar kendine güvenen bizlere neler oluyor da yetişkinliğe vardığımızda böylesine kendimize yabancılaşıyoruz?” Yanıt beklerken ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Büyüyen gözbebekleri ile bana bakan insanların endişe dolu yüz ifadeleri yerini yavaş yavaş farkındalık yansıtan mahzun tebessümlere bıraktı. O tebessümlerin ve cevapların arkasında sanki Norveçli ressam Edvard Munch’ün Çığlık tablosunda bireyin varoluş endişesini yorumladığı ve birçoklarına göre çocukluğumuzun ‘beni hatırla artık’ diye bağıran sessiz çığlıkları vardı. Ve derken katılımcıların birinden hepimizi derinden etkileyen enfes bir katkı geldi: “Aslında biz kendimiz olmaktan kaçıyoruz!”
Elbette olgunlaştıkça, özellikle sosyal devlet nosyonlarının önemsenmediği, gelir dağılımının adaletsizliği baz aldığı bizim gibi az gelişmiş ülkelerde yaşayan bireylerin gelecek kaygısı baskın şekilde ön plana çıkıyor. Bu endişe ile biçimlenen bireysel sorumluluk kavramı ile beraber hayatı algılayış perspektifimiz de yavaş yavaş erozyona uğruyor, aşınıyor ve değişiyor. Her yeni yaşla beraber kişinin benliği -yani öz varlığıyla ilgili zihninde belirlediği değer algısı ve yorumu-, davranışlarının sonuçlarına ve etrafındaki kişilerin -yani toplumun ve çevresinin- değer yargılarına göre şekillenmeye başlıyor. Örneğin; herhangi bir sınavdan 80 puan almayı hedefleyen çocuk, 48 puan aldığında kendini ‘başarısız’ etiketi ile yaftalıyor. Aslında değersizleştiriyor. Çünkü bilgi seviyesini anlık olarak ölçmek amacı ile dizayn edilmiş olan bir sınavdan istediği notu alamayan bir çocuk, çevresi tarafından sanki ilelebet yetersiz olacakmış gibi değerlendiriliyor. Ailesi ve etrafındaki diğer tanıdıklarının bu çocuk için kendi zihinlerinde yaptıkları yorumlar, basit bir sınavın anlık performansı değilmiş de sanki dünyanın sonu gelmiş gibi biçimleniyor. Bu otomatikleşmiş başarı tanımının benlik değerini belirlediği yaygın yorum kalıbı maalesef toplumların her katmanında büyük ruhsal deformasyonlara ve çöküntülere neden oluyor. Renklerle ifade edecek olursak hayatta siyah ile beyaz arasında birçok farklı renk olmasına ve bir bütün olarak yaşamın bu renklerle varolmasına karşın başarı ve başarısızlık tanımlarını ısrarla siyah ve beyaz renkler gibi algılıyor ve çocuklara da sanki siyah ve beyaz renkler dışında başka renkler yokmuş gibi öğretiyoruz. Bu nedenle şirketlerde de durum pek değişmiyor. Günlük kazanca odaklanan yönetici algısı, şirketlere uzun vadede daha büyük maddi zararlar veren değer ve insan kaynağı kayıplarını fark edemiyor.
Yaşamın doğası gereği bazen amaçlarımıza, hedeflerimize ulaşabiliyor bazen de erişemiyoruz. Ulaştığımız zamanlarda her şey ‘olması gerektiği gibi’ kabul edilirken ulaşamadığımız zamanlarda ise zihnimizde dünyanın sonu gelmişçesine bir yıkım ikliminin hüküm sürmesine sebep oluyoruz. Oysa varoluşun özünde hiçbir şey olmak ya da olmamak zorunda değildir. Çünkü olmak istediğimiz meslekler sayesinde değil, yapmak istediğimiz ve ilgi duyduğumuz alanlardaki üretimlerimizle mutlu olabiliyoruz. Örneğin; avukat, mühendis, dişçi vb. olsun diye yönlendirilen çocukların büyüdüklerinde topluma göre başarılı oldukları halde, o mesleklerin kendilerine uygun olmadığını keşfettiklerine ve mutsuz olduklarını dile getirdiklerine sıklıkla şahit oluyoruz. Sanat tarihi akademisyeni olmak istediği halde para kazanamayacağı kaygısı ile tekstil mühendisi olup ‘diğerlerine göre başarıya ulaşan’ ancak iş özelindeki mutsuzluğuna engel olmayanların ülkesidir Türkiye.
Örnekler saymakla bitmez. Toparlayacak olursak, bireysel ve toplumsal olarak çoğunlukla benliğimizi ‘bu böyledir’, ‘doğru tektir’, ‘insan değişmez’ (aslında bu ifade insan gelişmez demektir), ‘gerekli’, ‘zorunlu’, ‘-meli’, ‘–malı’ gibi yorum kalıplarının içine sıkıştırıyoruz. Hata yapmaktan, kendimiz olmaktan, istediklerimizi dile getirmekten, dayatmalara hayır demekten öylesine korkuyoruz ki yaratıcılığımızdan, yeni ve daha etkili sonuçlar alabilme seçenekliliğinden gittikçe uzaklaşıyoruz. Bir bakıma kalıcı olarak varoluşumuza ihanet ediyoruz.
Dolayısı ile “Aynaya baktığımızda kimin değerleri için yaşayan birini görüyoruz?” sorusunu kendimize sorduğumuzda sıklıkla, diğerleri tarafından onaylanmak, sevilmek ve başarılı bulunmak için yaşıyor olmanın acı gerçeği ve bizlere ödettiği psikolojik faturaları ile karşılaşıyoruz. (1) Oysa özgürlük için ödeyeceğimiz bedelleri kabul ettiğimizde sessiz, hareketsiz ve mutsuz kalabalığın arasından sıyrılıp, kendimiz olma yoluna kanat açabiliriz. O hâlde gelin zihnimizde yarattığımız prangalardan kurtulmak için beklediğimiz rüzgârın adını koyalım: Cesaret!
Zaten bir gün ölmeyecek miyiz?
Dipnot:
(1) Yolaç, Emrah (2017) Sapere Aude, Düşünceden Duyguya. İstanbul: Sola Yayınları.
Yazar: Emrah Yolaç