İzolasyon ve Tüketim Çağında Anlam Arayışı ve Ontolojik İyi Oluş
İzolasyon ve tüketim çağındayız. İnsanlar arasındaki ilişki ve iletişim sorunlarından kaynaklı olan şikayetler, ‘tahammül ve tolerans giderek azalıyor, ilişki tercihleri daha çok hazza ve hatta bazen daha fazla insan öğütmeye yöneliyor’ ekseninde artıyor.
Akşam iş sonrası eve dönüşte insanlar artık daha çok kendi dijital odalarına çekilmek istiyorlar. Diyelim ki dışarı, sosyalleşmeye çıkıldı, orada da durum pek değişmiyor; mobil telefonlarda ‘ilişkilenmek’ ve sosyal medyadaki ‘avatar benlikler’ artık daha çok ilgi çekiyor.
Bağlı olarak her geçen gün dijital sosyalleşme, fiziksel bağlamda birbirinden uzaklaşma ve izolasyon duygusu, aşırı tüketim alışkanlıklarıyla beraber, ilişki ve iletişim süreçleri açısından ‘modern insanın’ psikolojik iyi oluşu üzerinde ciddi bir olumsuz etki yaratıyor.
Böylece değişen bağlam, doğanın fırlatılmış çocuğu insanın anlam arayışı üzerinde de bir bakıma ‘ruhsal yırtılmaya’ neden oluyor. Tüketerek artıyor, kalabalıklar içindeki yalnızlıklar…
Diğer taraftan ‘laboratuvar’ virüsleri, ‘aniden’ patlak veren hibrit savaşlar, ekonomik krizler, yükselen enflasyon, mülkiyetsizleşmenin önerildiği bir gelecek denirken bir sonraki yılki artışla kiranın nasıl ödeneceğini bilemeyen bireyler… Ve dijitalleşmeden kaynaklanan işsizlik riskleri, belirsizlik, kırılganlık, karmaşıklık, muğlaklık ve terör dalgaları arasında ayakta kalmaya çalışan insanlar…
Ve en nihayetinde boşluk ve anlamsızlıkla ilişkili ‘hiçlik’ haline daha çok evriliyor post modern yaşamlar…
Sanırım yukarıdaki özet durum tespitinde yer alan nedenlere bağlı olarak, varoluşçuluk ve anlam arayışıyla ilgilenen psikoterapi akım ve ekolleri özelinde umut olma ihtimali giderek kendini güçlendiriyor.
Varoluşçu perspektif, dijitalleşme etkisindeki değişimin ve küreselleşmenin köksüzleşen, kopuklaşan, sadakatin ve liyakatin azaldığı ve vasatlığın çoğaldığı bir ortamda tüm bu olguların yarattığı sorunlarla başa çıkabilme yollarını araştırırken bizlere önemli ve yeni bir hipotez sunuyor olabilir: ‘anlam arayışında geçmişe ilerlemek’…
Bu bağlamda alandaki değerli yazarlardan biri olan Rollo May’in, “Yaratma Cesareti” isimli eserinde yaratıcılığın ve özgürlüğün bireyin anlam arayışında ve ontolojik iyi oluşunda nasıl kritik bir rol oynayabileceğini tartıştığını ve “ontolojik iyi oluş” dediğimizde, bireyin varoluşsal anlamda tatmin olmuşluğu ve içsel dengesini ifade ettiğini söyleyebiliriz.
İlişkili olarak Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde, yaşamın getirdiği zorluklar ve acılar karşısında bile anlamın var olabileceğini öne sürdüğü cümlelerin altını çizebiliriz.
Frankl’ın önerdiği logoterapi açısından bakacak olursak, insanın anlam arayışının ve hatta anlam yaratışının, özgürlüğü ve kişisel sorumluluğu nasıl etkilediğini gözler önüne serdiğini, “insanın gerçek problemi anlam eksikliğidir,” diyerek, bu eksikliğin, günümüzün izolasyon ve tüketim çağında daha da derinleşmekte olduğunu düşünebiliriz.
Yazının başında da ifade ettiğim gibi sosyal izolasyon giderek daha da fazla dijitalleşen dünyada yaygın ve derinleşen nitelikte, büyük bir paradoks yaratıyor. Teknoloji ve sosyal medya platformları bireyleri bir araya getirirken, aynı zamanda sosyal etkileşimin ‘organik’ kalitesini düşürüyor ve insanları yüzeysel ilişkilere sürüklüyor. Jean-Paul Sartre da geçmişte, geleceği görmüş gibi “cehennem, diğer insanlardır” derken, sanki bu tür bir sosyal izolasyonu öngörüyor. Ona göre ötekilerle ilişkilerimizde ortaya çıkan ilişkisel uzaklık problemleri, aslında özgürlüğümüzü kısıtlıyor ve bizleri özgür seçimler yapmaktan alıkoyuyor.
Tüm bunların iz düşümünde özgürlük ve anlam arayışı arasındaki karmaşık ilişkinin, “özgürlük, insanın kaderini kendisinin yarattığı anlamına gelir” sözünde de yankılandığını görebiliriz. Bu bağlamda eğer anlam bireyin kendi özgür seçimleriyle yaratılıyorsa, izolasyon ve tüketim alışkanlıklarının, bireyin kendi anlamını oluşturabilme kapasitesini sınırladığını da elbette düşünebiliriz.
Aşırı tüketim kültürü açısından insanın anlam arayışına baktığımızda ise tüketimin sadece materyalist bir boyutu değil, aynı zamanda duygusal ve psikolojik bir boşluğu da beslediğini ifade edebiliriz. Örneğin Albert Camus “Yabancı” isimli kitabında bu tür bir tüketim şeklinin bireyin yaşamında derin bir anlamsızlık yaratabileceğini ve yaşamın kaçınılmaz anlamsızlığı karşısında bile bireyin bir tür varoluşsal isyanla anlam yaratabileceğini savunuyor olabilir.
Rollo May’in ise sıkıntı ve bunaltıya isyan eden insan açısından yaratıcılığın kişinin kendi içsel deneyimlerini ve duygularını keşfetmesine ve bu süreçte anlam yaratmasına olanak tanıdığını ve ontolojik iyi oluşunu destekleyen bir araç olarak görev yapabileceğini ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Kim bilir, belki de trans hümanizm dönemine geçiş aşamasında olduğumuz bu ‘bağlam yırtılması’ döneminde ‘geçmişe ilerleme’ önermesi, bitip tükenmek bilmeyen anlam arayışı açlığı sorunsalının doyurulması için işlevsel bir çözüm alternatifi olabilir…
Yaşayıp göreceğiz…
Emrah Yolaç
Uzman Klinik Psikolog