Kendini Doğurmak
İnsan felsefi açıdan bu dünyaya fırlatılmış gibidir. Özellikle tarımı keşfedip yerleşik düzene geçtiği on bin yıl öncesinden başlayarak hızla üstüne koyarak gelişir, değişir ve değiştirir. Diğer taraftan bu değişim ve gelişim yeni ve cevabı bilinmeyen pek çok soruyu da beraberinde getirir. Hayatın anlamını arar. Yaşamın mânasının peşinde koşar. Teolojik ve semavi çıkarımlar yapar. Buna karşın asırlardan bu yana kendini ve kabul edebildikçe evreni keşfetmek için sonsuz bir çabanın içinde yer alır. Varoluşa dair duyumsadığımız bilinmezlik, onun kontrol edilemez atmosferi ve cevaplanamayan sorularının yarattığı kaygılar, tek ve kesin bir cevap arayışını kısmen primitif bir dürtüsellikle taçlandırır. Bunun cevabı, “ama bir anlamı olmalı”dır. Ancak kavramsal olarak pek de anlamı olmayan bu sihirli, tesadüfi kaos ve onun ürettiği düzen insanın benliğini ve onun zihinsel olarak yarattığı “ben, diğerleri ve doğa ilişkisi”ni olduğu gibi kabul etmeye meyletmez. Bireye dünyaya geliş, sona eriş ve aradaki süre için kesin, ön görülebilir cevaplar yani güven ve güvende olma hissi gereklidir.
Oysa çok temel olarak yaşam döngüsü dediğimiz süreç, doğuştan itibaren insan vücudunun sürekli değişimi üzerine kuruludur. Yeni doğan bir bebeğin vücudu doğum ile beraber ölene kadar durmaksızın değişir.
Tıpkı bedenimiz gibi bizler de bilişsel olarak her konuşma sırasında ve her bir paylaşımda, sosyal etkileşim nedeniyle farklılaşıyoruz. On sene önceki kıyafetlerimizi, dinlediğimiz parçaları hatırladığımızda ya da fotoğraflara baktığımızda tatlı bir tebessüm etmiyor muyuz? Bir arkadaşımızla yaptığımız sohbette söylediklerimiz, aynı konuda olmasına rağmen, başka bir ortamda aynı şekilde olmayabiliyor, değişebiliyor.
Öğreniyoruz, etkileniyoruz, etkiliyoruz, her bir an o anın biricik olma hâlinde var oluyoruz. Tıpkı parmak izlerimiz gibi yaşadığımız her ânın ve benliğimizin başka bir örneği yok. Ancak pratikte yani günlük yaşamda durum böyle değilmiş gibi yaşıyoruz. Adam gibi adam, namuslu kız, kadın, delikanlı çocuk, kuzeyli, güneyli, Aşağı Mahallesporlu gibi milyonlarca etiket üretiyor, önce kendimize sonra çevremize ve tüm doğaya karşı kestirmeler yaparak zihnimizde ürettiğimiz ve gerçeklikten uzak olan bu böyledir, şu şöyledir etiketlerini yapıştırıveriyoruz.
Yetersizlik hissimize karşı zihinsel kapasitemizin realiteden bağımsız olarak çok yüksek olduğunu varsayıyor ve ona uygun şekilde sosyal davranışlar üretiyoruz. Durum dediğimiz andan ve gerçeklikten uzak kalarak fikir üreten, borsa simsarları gibi atan ve tutan sonra da buna inanan zihnimiz, gerçeğin aksine varsayımlar üretmek ve o kestirme varsayımlara göre davranışlar ortaya koymak üzere çalışıyor. Tam da bu noktada yaşarken sürekli kimliklendirme, etiketleme ve onun gerektirdiği şablonlar içinde olmaya şartlanıyoruz. O nedenle anlık ve değişken davranışlarımızı değil; romantik, pesimist, iyi, kötü diyerek insanları bütünsel olarak damgalıyoruz.
Tüm bu süreçler niyetten ziyade, bilişsel doğamız ve ruhsal miraslarımızı içeren otomatikleşen alışkanlıklarımızla ilgili. Bu nedenle bilerek ve isteyerek olmasa da sistematik bir biçimde çevremizdeki bilgi ve uyaranlarla karşılaştığımızda sorgulama ve doğrulama gibi önemli ve gerekli yollara sapamıyoruz. Etrafımızdaki uyaran sayısı o kadar fazla ki bilgiyi bize geldiği hâliyle hemen kabul ediyoruz.
Aslında farkında olmadan reddettiğimiz zihinsel kapasitemizin sınırlı olması gerçeği nedeniyle, kontrolün bizde olmasına ve istikrarlı bir biçimde yaşamaya ihtiyaç duyuyoruz. Bu yetersizlik hâli yüzünden dünyada neler olabileceğini önceden bilmek istiyoruz. Mesela karşımızdaki iyi biri olmalı, değilse önceden ve kötü bir deneyim yaşamadan bunu bilmeliyiz ve ona göre önlem almalıyız diye düşünüyoruz. Dolayısıyla bizlerin sabit olmayan, sürekli değişen organizmalar olduğumuz gerçeğini pek kale almıyoruz.
Ortaya koyduğumuz davranışlar üzerinden kendimizi ve çevremizi ve kişiliğimizi ele alarak fiktif atıflarda bulunarak değerlendiriyor ve tüm bunların sonucu olarak ürettiğimiz varsayımlarla yaşıyoruz. Bu nedenle camdan dışarı baktığımızda, kendimizi, gördüğümüz bir ağaç yaprağının ömründen pek de farklı durumda olmayan varoluşumuza anlam yükleme ihtiyacı içinde buluyoruz.
Oysa insan şu anda olan ve biten deneyimlerin, ‘şimdi’nin dünyasında yaşamaktadır ve önünde sonunda kim olduğumuz bizim sorumluluğumuzdadır. Ve insan hem sonsuz bir iyilik hem de uçsuz bucaksız bir kötülük kapasitesine sahiptir. Kabul edilmesi son derece zor olan bu iki kutuplu potansiyel, bize varoluşumuzun özünü hatta varoluşu ve var olmamayı birlikte düşündürür.
Bununla birlikte doğa çok nettir. Kadınların pelvis bölgesindeki değişimin, yer üstündeki yaşama adapte olması ve ayağa kalkış sürecinin bir sonucu olarak bu hâlimizle doğuyoruz. Doğanın “Ortama daha çok adapte olmayı başaran ayakta kalır” kuralının gerektirdiği değişim içinde varız.
Öte yandan pek çok bilim insanı, bireyi, salt dış bir çerçeveden, yüzeysel olarak tek bir kurama oturtmaya çalıştıkça, kişiyi sadece nesnel olarak değerlendiriyor, varoluşsal dünyalarını hiçe sayıyorlar. Kişinin doğa, diğer insanlar ve kendiyle olan ilişkisi ve bu temel birliğin içindeki bütünlük ve varoluş algısı hemen hemen yok farz ediliyor. Oysa tek bir disiplin veya bilim dalı ile insanı, toplumu, doğayı değerlendirebilmek ve felsefeyi reddetmek beyhude bir çabadır…
Özetle insanın dünyadan ayrı bir varlığı yoktur. İçinde yaşadığı dünya da bireyin onu algılayışından bağımsız değildir. Bu algıyı kendimizi doğurarak bizim yaratmamız şart ve aktif olarak, cesaretle üreterek, varolmak için çabalamamız gerekiyor.
En nihayetinde…
Kattığımız anlam kadarız…
Kaynakça: Yolaç, E. (2017) Sapere Aude. Sola Yayınları.
Yazar: Emrah Yolaç